BİZİM KÖYÜN GÖLGESİNDE
BİZİM KÖYÜN GÖLGESİNDE
Eski, ahşap kapıyı gıcırtılar ile yavaşça açtım. Gıcırtılar onurumu okşayan paslı birer el gibi pasın kınasını dokunduğu yere bulaştırarak art arda kulaklarıma çimdik konduruyordu. Kapıdan içeri girer girmez düşmeye başladım. Sonsuz düşüşümün ilk anları bunlar. Tıpkı bir kuyuya dalar gibi. Biraz titrek ve puslu. Sanki insanların arasından kurtuluşa doğru akıyorum. Bilemedin kadeh kadeh başka bir kaba boşaltılıyorum. Aklımda ilk teşebbüsün kıvrak sancısı bir parlayıp bir sönüyor. Ben de onun ritmine katılıp bir akıyorum bir donuyorum. Bir düşüyorum bir uçuyorum.
Cayır cayır yanan sobadan guguklu saatin kuşu gibi “pırt” diye sıcaklar sıçrıyordu çocuğun yüzüne. Sıcak, sobanın sesiyle karışınca ara sıra sırf kırbaç gibi suratına inip çıkıyordu. Sağ tarafında kalan pencereye doğru baktı. Her yer beyaz bir örtünün altına saklanmıştı. Evden ayrılırken koltuklar, sehpalar ve diğer tüm zımbırtıların üzerine serilen beyaz örtü gibi. Evden ayrılırken örtülen örtü… Bilemedin kefen gibi. Biri bu köyü öldürüyordu ya da biri bu köyden ayrılıyordu. Dilerim dönüşü olmaz.
Saate baktı. Akrebin, kuyruğunu on bire saplamasına sadece beş dakika vardı. Beş dakika sonra akrep bir adım daha atacak, sayılar kaçmaya çalışacak tabi. Ama yine de ne olursa olsun akrebin zifiri siyah zehri tüm sayıların plastik ve parlak kabuklarını “katırt” diye delip italik bedenlerini ısıtacaktı. Tik tak tik tak adımlarla ilerleye ilerleye en sonunda tekrardan camı delip dışarıya yayıldı bakışları. Evin önündeki yaşlı söğüt ağacının dalını sonbaharda babası kesmişti. Yazın sıcağında bahçeye en çok gölge düşüren daldı bu. O ağacın uçmasını sağlayan en büyük kanattı. Sonra kendininkilere baktı. Şu koca dünyada minnacık kanatlarıyla kimi koruyabilirdi güneşten. Ya da kanatları onu karşıda, köyün tam karşısında duran koskoca Gâvur Sarpı Dağı’nın tepesine uçurabilir miydi? Komşu oğlu Ahmet’ in dediğine göre o dağın tepesi dümdüzmüş, yemyeşilmiş hatta hiç ağaç olmamasına rağmen sadece efil efil esiveren rüzgârla bile serinlenirmiş. Yani kendisi yaz başı koskoca adama benzeyen Gâvur Sarpı’nın göğsünden ve koltuk altlarından fışkıran, bol yağmuru yiyince de mis gibi kokan potur potur dağ mantarı toplamaya gidince görmüş. Güya bu dağ mantarı dünyada en çok Gâvur Sarpı’nda yetişirmiş. Sadece ilkbaharda değil yazın ortasına kadar bu bolluk devam edermiş diğer şifalı, lezzetli ve pahalı bilemedin hiç işe yaramayan otlarla birlikte.
Ama yazın sıcağı gelip alınlardan boncuk boncuk terlerin, burun ve yanaklardan kaya kaya çenede birikip kupkuru toprağa bomba gibi düşmesi gibi yavaşça elini, eteğini çeker tüm otlar ve potur potur mantarlar. İşte o zaman, koca adama benzeyen dağın göğsünden dik başlı kayalar kafalarını çıkarır. Bu hali, Gâvur Sarpı’nın insana en çok benzediği hali görülür. Küçük, basık, yuvarlak kafasıyla diğer dağlarla halay çekiyormuşçasına sıkı sıkıya kenetli kollarıyla, dik başlı kayalardan oluşan döşüyle ve hemen eteklerinin dibinden akan buz gibi dere ile... Köyün üstünden atlayıp buradan ta İstanbul’a kadar yürüyecek gibidir. Sanki içinde çok şey birikmiş de her an toz toprak ve bereket içindeki cümlelerle konuşacakmış gibi.
Sonra ilk kar tanesi gökyüzünü sipsivri uçlarıyla yırtarak, yırtarken kanatarak bu koca adamın üzerine düşünce ve minik kafasındaki saçları ağartınca kıllı döşü ve tüm canlılığı da onu terk eder. İşte o zaman yaban tavuklarının gıdaklamaları ve yumuşacık ibikleri peyda olur. Hatta büyük ve kıvrık boynuzlu, asi mi asi yaban keçileri de adamcağızın tepesinde toynaklarını tıkırdatırlar. Anlatılanlara göre öyle fena varlıklarmış ki bunlar o yağlı burunlarından her soluklanışlarındaki buharlar bile ava giden ağabey ve amcaların tüfeklerine dillerini yuttururmuş.
Gel zaman git zaman gökyüzünde kan kalmayıncaya kadar kar yağınca o koca adama bir soğuk mu soğuk kefeni bir de baharın taze çim kokulu ümidi ve kimsenin göremediği bir düğüm kalırmış. Koca bir yorgunluk yumağı sıkıca kenetlenirmiş boynuna gözleri pörtler yuvarlanırmış.
O an hemen elleriyle kendi gözlerini yokladı. Saatlerdir karşıki dağa aval aval bakıyordu. Tekrar söğüt ağacına baktı. Kopan kanadı ve uçup giden canlılığı, yeşil boyası olmadan çırılçıplak dallarının ardında sakladığı harabeler belli oluyordu.
Ne var ki harabelerin acısından gözü kavrulunca saate baktı. En son saatler önce bakmış gibi. Akrep kuyruğunu yay gibi germiş öylece kalakalmıştı. Zehirli okunu sayıların kıvrak bedenine hala saplamamıştı.
Uzaklardan, belki de o beyaz örtünün altından belki kartopu oynayan belki de kardan adam yapan bilemedin kızakla yokuş aşağı kayan cıvıl cıvıl çocuk sesleri kırbaç seslerini bastırıyordu. Kalbinin kütürtüleri sadece içinde aksetmekle yetiniyor, asla ama asla çocuk sesleriyle bir olmuyordu. Bu kez döndü annesine baktı. Şu an annesi onun gözünde antik çağlardan bugüne sıçramıştı. Öylece sobadan gelen patates kokusunu ve güğümlerden fokur fokur kabarıp gelen seslerin varlığını sobaya atmış yanışlarıyla ısınıyordu. Bu haliyle annesi güğüm gibiydi. İçinde taşmaya meyilli engin bir deniz, dışında ise insanların çizdiği sınırlar bilemedin insan bedenleriyle-kocası, amcası-örülmüş surlar vardı. Ama Reyhan farkında değildi. O, sesleri ve kokuları her yok edişinde sobaya çocuğundaki kendini de ufalayarak basıyordu. Belki de farkındaydı. Yüzündeki tebessüm çekimser. Çocuk bu kez de içinde annesinden kalan bir bilemedin iki damladan karasızlık olanını alıp yüzünü yıkadıktan sonra pencerenin solunda ve dışarıdaki buz gibi havanın soluğunda kurulu olan yatağa baktı. Yatakta uyuyan babasına öylece bakmadı da sanki gözlerini söküp adamcağızın vücudunda yuvarladı. Anne, dedi çekimser kadına dönerek onun annesi olup olmadığını hiç tartışmadan. Hem neden tartışacaktı ki? Doğduğu günden beri o senin annen, demişti ak sakallı dedeler ve lohusadaki tüm kadınlara çeşitli dermanlar hazırlayan neneler. Babamın dişleri neden çürük, gözleri neden bu kadar küçük? Uyanık olup olmadığını ayırt edemiyorum. Annesi diye bildiği kadın bu kez fokurtuları ve patates kokularını duvarların rengini, elindeki danteli bilemedin koskoca Gavur Sarpı’nı görünmeyen bir cımbızla tek tek kenara atıp çocuğun -onun içini sızlatan- sorularını alıp ben diyeyim camdan dışarıya attı sen de aylardır dokuduğu dantelin ipine karıştırıp hiç duymamış gibi hızlı hızlı dokumaya devam etti. Elindeki beyaz ipe haram karıştırmıştı bir nevi. Kefenine…
Sobanın sıcağı artık odadaki her şeyi ve duvarları hatta babasının yatak başını kırbaçlıyordu. Şak şuk sesleri bu kez sırtındaki kırmızı hırkaya çarpıp halıya dökülünce çocuk, yan gözle annesinin kızıp kızmayacağını sezmeye çalıştı. Ama annesi hiçbir şey hissetmedi. Bir nevi bir bulut vardı onun kafasının yerinde. Onda havalar nasıldı bilemiyordu çocuk. Hani ona hak vermiyor da değildi.
Çünkü o da dışarıdan gelen çıtkırıldım çocuk seslerinin tutuşmayacak kadar ıslak olduğunu biliyordu. Ve o an fark etti ki bu kez de o annesinden sesler, sıcaklar, kokular bilemedin çocuklar kaçırıyordu. Tabi ki de annesindeki kendine ait olan kırıntıları da beyaz bir örtünün altına sokuverdi, kendi kafasını babasının dişleri ve gözlerinde çıkarıp dışarıya baktı. Tüm coşkusuyla köyün bembeyaz sokaklarında ve köprü başlarlında geziveren çocuk cıvıltılarını yara yara evlerine doğru geliyordu kocaman bir gölge. Kara lastiklerinin kara her basışındaki gacır gucur renkli sesler çocuk cıvıltılarına renk katıyordu. Çocuk cıvıltıları bir adım daha renk katılsa belki de masmavi olacaktı. Bu gölge eve yaklaştıkça bir kadın olduğu anlaşıldı. Kedi gibi gözleri olan... Bilemedin o gölge akışkan bir sisti de eve doğru gelirken duman kokusunu gizlemek için koca memeli, yeşil gözlü, irice bir kadına dönüştü. Belki de sis kadın doğurdu. Ağır ağır eve doğru...
Kapının hışırtılı sesiyle annesi kokular ve sorularla oynamayı bırakıp ayağa kalktı, avluya doğru gitti. Arkasındaki çiviye havlu asılı olan tahta kapıyı açtı ve dış kapıya doğru patlama be! Geldim kız, diye bağırmaya başladı. Odanın kapısını tam kapatmamıştı. Önce evin avlusunu, küçücük odayı bilemedin tandır başını çocuk sesleri doldurdu ardından da eve gelen sis nefes nefese konuşmaya başladı: “Abla ne olduğunu duydun mu?”
Yok, dedi annesi. Yok duymadım kız. Ne olmuş ki. Daha neler olsun ablam? Bizim Arzu var ya! Hani Cırtlak Arzu... Onun kocası bu sabah yok olmuş, diye nefeslenmeye devam etti. Yatağında da ölü bir yılan bulmuşlar.
– O ne demek öyle kız? Yok olmuşmuş da yatağında yılan falan... Yok daha neler...
–Abla vallahi billahi dağ gibi adam yok olup gitmiş. İbrahim Hoca’nın dediğine göre yatağında yılan çıkması hiç hayırlı değilmiş. Bir de bu yılan altın gibi parıldıyor. Ondan İbrahim Hoca Bekir’in Şahmeran’ın yaveri olmayı kabul ettiğini ve ona yoldaş olduğunu söyledi.
Bir an için odaya canını dişine takmış halde sessizliğin kulak çınlatan tınısı ulaştı.
–Ama belliydi böyle olacağı.
– Nerden belliydi?
– Aaa! Ee sen hiçbir şey bilmiyorsun ablam.
– Neyi bilmiyorum kız, çatlatma insanı.
– Neyi olacak ablam bu Arzu’nun kocasını bizim köylüler danaları otlatırken çalı dibinde durduk yere bir yılanı öldürürken görmüşler. Bir de dün gece karısı hastaymış çocukları o yıkamış. Sonra da leğenlerdeki sıcak suyu geceleyin besmelesiz sokağa aşağı döküvermiş. Zaten Arzu dizlerini döve döve morarttı. Dediğine göre kocası son zamanlarda evde hep çıplak gezermiş, sabi sübyan bir şey diyecek olursa da uzun uzun bakıp birden kahkaha atmaya başlarmış. Kadıncağız şimdi de “ Anlamadım bacım, anlasam imama götürmez miydim hiç?” diye yakınıyor. Ama ne yapacaksın ablam, dağ gibi Bekir ya cinlendi ya da Şahmeran’a yaver oldu.
-Cinlenmiş mi o nereden çıktı?
-Vallahi onu da Sadık Dayı ortaya attı. İşte bu sıcak suyu sokağa dökmesini, evde çıplak dolanmasını duyunca hemen yerinden fırlamış ak atleti, ak donu ve yün çoraplarıyla koşa koşa kara kış demeden dayanmış Arzu’nun kapısına. Yumruklarını kafasına vura vura “Oy Bekir’im, ahiretliğimin kınalı kuzusu. Seni cinler mi aldı? Seni şeytanlar mı kaçırdı?” diye Gâvur Sarpına bakarak bağırıp çağırmaya başlamış. Bu fikir de o kar tanesinden bu kar tanesine, o kulaktan bu kulağa... derken tüm köye yayıldı. Ona niye Gâvur Sarpına bakarak ağladığını sorunca, zamanında yine bizim köyde genç erkekleri, yeni gelinleri, hasta yatağındaki yaşlı nenelerin bilemedin sabilerin cinler tarafından dağa kaçırıldığını ama bunun köyün yaşlıları tarafından gizlendiğini söyleyivermiş.
Ne ettiyse o Gâvur Sarpı etti, deyip mutlu olmasını kıskandı, çekemedi. O nedenle cinlere söyledi onu kendine getirtti diye lafa devam ediyormuş. Gün boyunca dağa karşı lanetler, ahlar, küfürler bilemedin cinden koruyan dualar okuyormuş.
Köyün erkekleri Bekir’i aramaya gitti ama bulamadılar. Ne yapacaksın, elden ne gelir?
– Doğru, ne gelir elden? Dağ gibi Bekir’di o. Dağ gibi... Azcık da çiçek.
Anne yutkundu. Bir çift kara göz baktı ona ve “Kaçırayım seni, gidelim buralardan. İstanbul’a kaçalım. Bak, iyi düşün Reyhan’ım. Ben yarın gündoğumunda seni bizim bağın altında bekleyeceğim. Şimdi gitmem lazım. Çocuklar beni bekliyor. Gelirsen seni buradan kurtarırım.” diye geveledi göz kapakları. Sonra, gözlerin sahibi dağ gibi devrildi ve koluna iki duman girdi, onu alıp götürdü.
Kadıncağız sinsi bir is kokusuyla son kez aktı, düştü. Kapının sövesine yaslanmış öylece kapıdan dışarıya bakıyordu. Sonra kapının ardına astığı bohçayı aldı, az ötedeki odanın yolunu tuttu. Terli terli ve hıçkırıkların kaburgalarını zorlayışı ile titreyen memeleri arasından anahtarı çıkardı, zorla da olsa kapıdaki deliklerin birine yerleştirdi. İçeriye girdiğinde artık alışkın olduğu soğuk duygular, taşlaşmış hava... Hepsini kucakladı. Bazılarını anahtarla birlikte göğsüne sıkıştırdı.
Bir müddet çeyizinin dizili olduğu gelin odasının bomboş duvarlarıyla dertleşti. Keşke yağmur yağsaydı. Yani ona göre şu an yağmur yağmalıymış. Kar değil de yağmur. Dünyanın kuralıdır bu. Ağlamayı sevmeyen insanlar hep ağlar. Kimi bir cenazeyi bahane edip- ki cenazelerde kesinlikle ağlanmalıdır, bilirsin- kimi, kimseler görmesin diye içine... Ağlamayı sevmeyen insanlar yağmurlara âşıktır. Bazen de yağmur altında ağlarlar belli olmasın diye. Ama yağmurdan çok ağla, bak bakalım neler olacak. Şöyle aniden. Şöyle bol fırtınalı, şimşek ve yıldırımlı, bilemedin gök gözünün kurumaya niyetinin olmadığı bir günde bile. İşte ben bunu anlamıyorum. Siyahı istediğimiz halde aşkın beyaz oluşu.
Sonra anne bohçayı açtı, içine yerleştirdiği kitap, don, atlet bilemedin birkaç çeyrek altın. hepsini döktü halının üzerine. En sonunda da bir tomar mektubu çıkardı, öptü, okşadı. Hıçkırdı. Hıçkırdı. Derinden hıçkırdı sonunda ve elinin terinden, sütünden bilemedin gözyaşlarından sırılsıklam olan mektupları göğsüne yapıştırdı. Koca gökdelen gibi yere yıkıldı bir nevi. Belki de çoktan harabeye dönmüştü de içinde dik kalan birkaç sütun onun kıyafetlerini ayakta tutuyordu. Bir aşk kırıklığının en ilkel, en cins haliydi bu.
Kar yağdı köye, beyaz çarşaflar serildi bilemedin kalın bir kefen örtüldü.
Ağlamaktan yorulunca olduğu yerden doğruldu. Mektupları toplayıp sandığın en altına koydu. Odadan çıktı. Ama öyle bildiğin gibi çıkmadı. Önce, anahtarı hangi deliğe sokacağını düşündü saatlerce. Bulunca da pas tutmuş bu deliğin içinde anahtarı zar zor çevirdi. En son, sanki önce kapıyı kilitlemiş, sonra odadan çıkmış gibi baktı etrafına. Az ötede duran koca memeli karıyı görünce irkildi, dondu kaldı.
–Bulabildin mi ablam!
–Neyi bulabildin mi?
–Neyi olacak ablam, bana dağlar arasına dizili çiçekleri olan kanaviçe örneğini verecekti. Neydi adı? Hani amcamların yeni gelininin çeyizinde görmüştük de sen, ben de var, demiştin. Aman neyse ne! Bulabildin mi?
-(Bana dağ filan deme!)Yok, bulamadım. Sonra iyice bakarım.
–Ha, tamam ablam.
Ağlamaktan yorulan gözlerine etten perdeyi indirdi ve kaldırdı ki eve gelen kadın yok olmuş, buharlaşmış, bilemedin yer yarılmış da yerin dibine girmiş. Bir göz açıp kapama süresi içinde muhatabı boşluk oluverdi. Çok hızlı değişti her şey. Her şey. İlerledi, dış kapıyı kapattı, odaya doğru adımlarını sayıkladı. Kapı aralıktı diye oda kendini soğumak zorunda hissetti herhalde. Sobaya birkaç odun ve tezek attı. Fırındaki patateslerin acı kokusunu da yanmış patateslerle birlikte ineklerin kovasına doldurdu. Oyalanarak yerine yenilerini yerleştirdi. Az evvelki hadiseyi de aralarına sıkıştırdı. Onlar da yansın diye.
Sonra o da yatakta yatan kocasına baktı. Bakar bakmaz aklına sabahlara kadar içki içişi, çürük dişleri ve pörsümüş dudaklarıyla onu öpüşü bilemedin içi pislik dolu tırnaklarıyla ve kumar oynamaktan yorulmuş elleriyle onu okşayışı geldi. Zaten amcasının zoruyla evlenmişti onunla. Önce öksüz sonra yetim kalınca amcası artık ona bakamayacağını, Bulduğu ilk kısmetle de göndereceğini söylemişti. Bekir askerdeydi tabi o zamanlar. yoksa, biliyordu onu başkasına yar etmezdi. Onu çok sevdiğini biliyordu.
Ama bu kez sevmek yetmemişti. Şahmeran onun durduk yere öldürdüğü yılanın intikamını almaya o kadar büyük bir ant içmişti ki kışın ortasında yılan göndermişti. Onu köyden alıp kış boyunca işkence edecekti. Yaver değil köle yapacaktı. Ümitsizce “Bundan sonra, hiçbir destan bizi birleştirmeyecek.” dedi.
Evin tek oğluna baktı. oldu olalı onu Bekir’e benzetirdi. onun üstüne ayrı bir titrer, onu ayrı korur bilemedin ayrı severdi. Ne var ki bunu ona hiç belli etmezdi.
Gâvur Sarpına bakıp içli içli “ah” çekti.
“ Anlaşılan bugün patates yiyemeyeceğiz.” diye içinden geçirdi çocuk.
Zaman geçtikçe çocuk seslerinin şiddeti arttı. Öyle ki bir avuç daha artsa cam kırılacaktı. Tüm bunların ışığında kalbi göğsüne birkaç renk büyük gelmeye başlamıştı. O da dışarıda oyun oynamak istiyordu. Bir kar topunun kafasını okşamak, kızakla kayarken suratına vuran rüzgârın saçlarını koklamak bilemedin alçak çatılardan caminin minareleri misali sallanan buz sarkıtlarını katır kutur yemek. Bir keresinde annesine dışarıda oyun oynamasına ne zaman izin vereceğini sorduğunda annesi, dört bayram sonra oğlum, dört bayram sonra, demişti. Çünkü dört bayram sonra büyümüş olacaktı. Artık neyse şu büyümek ve insanlar bunun zamanını nasıl hesaplıyorsa.
Birden yerinden sıçradı, koştu. Hatta koşmadı da kuş gibi fırlayıverdi. Sonra kanat çırptı dış kapıya doğru, çocuk seslerine doğru.
Ama Reyhan bu. Fırıldakların anasıdır o. Çocuk bunu bilmez. Hemen anladı bir haltlar döndüğünü. Koştu, yetişti peşinden. Kanatlarını tuttu çocuğun, birden kendine çekti tüy yumaklarını kopana kadar. Ve o an farkındaydı. Kendine ait son kırıntıyı da kuştan böyle söküp aldı.
“Nereye gidiyorsun?” Dedi. Sanki nereye gittiğini, ne olup bittiğini bilmiyormuş gibi.
Hiç anne, dedi çocuk. Sadece bir kedi gördüm.
Kanatlarının boşluğuna çocuk cıvıltılarını doldurdu.
Çocuk seslerini son kez dinledi. Artık onları duymazdan gelecekti. İnsanoğlu işte böyle bir yaratık. Neyi, ne zaman duyacağına kendince karar veriyor. Hele bir de duymak acı veriyor ise.
Döndü dolaştı odaya geldi. Yerde duran minderin üstüne oturdu. Babasının horlaması ve annesinin donuk bakışları arasından Gâvur Sarpının gölgesinin çökmesini bekledi. Gölgenin her çöküşünde babası uykunun içindeki uykuya daldı. Çocuğun rengi değişti, gözleri küçüldü.
Bu dağ gölgesi böyle işte. Onun altında çürümemek elde değil. Çocuk bugünden itibaren çürümeye başladı, rengi bozardı.
Gölge bastırdıkça hava karardı, artık dışarıda oyun oynayan çocuk kalmayınca dışarıya da sessizlik çöktü. Akşam yemekleri yendi, çaylar içildi. Belki de hikâyeler anlatıldı o gece ak sakallı suratlarca. Zaten oya işlemekten ve çay içmekten yorulunca insanlar, misafirler uğurlandı, döşekler serildi...
Herkes uyudu. Kimileri uykuda uyandı köyde. Uyuyarak uyananlar...
Ve o gece Reyhan’ın oğlu olmadan uyandı o çocuk. Reyhan’ın inip kalkan göğsünden anahtarı aldı. Odadan çıkınca üşüdü, aldırmadı. Alışmıştı bugün üşümeye. Kadıncağızın oda kapısındaki yalnız deliğe anahtarı soktu, çevirdi, çevirdi... Belki beş belki on kere. Saymadı. Odada kırık kokusu vardı. Belki hayal belki hayat.
Sandığın dibine yanaşıp halıyı yavaşça kaldırdı. Sokak lambasının camdan içeriye giren ışığında bozuk paraları bir bir saydı. Tahminince beş lira... Ötede kasabaya giden otobüsün boş bir koltuğu duruyordu. “Ama bu olmaz, daha kenarda köşede olanı yok mu?” diye bile sordu o an Muavin Bey’e. Sonra basit bir hesaba başladı.
– Muhtar her bayram bana bir lira veriyor zaten. Dört bayram sonra büyümüş olacağım.
Paraları nazikçe, sırtlarını okşaya okşaya tekrar yerlerine koydu. Burnunu çekti. Halıyı “lap” diye kapattı. Öksürdü. Odadan çıktı, kapıyı sessizce kilitledi. Elinin ayası ile şakalarına bastırdı. Ona göre kapı yeşil renkliydi hafif mavi ve beyaz karışık. Bedeni titredi. Tıpkı yüzü gibi. Çuvaldız gibi soğuk içine tırmanmaya başladı.
Çok geçmeden annesi uyandı. Elini alnına koydu. Dehşete kapılmış gibi kocasının yanına koştu.
– Bey, Bey kalk çocuk çok hasta olmuş. Cayır cayır yanıyor, sabi.
YAZAN: KÖY
Hiç yorum yok: